İpek Şentürk
Kararlarımızı özgürce alabiliyor muyuz? Peki inandıklarımızı cesaretle savunabiliyor muyuz? Sürü psikolojisi çok kullandığımız ve hiçbir zaman popülerliğini kaybetmeyen bir kavram bizim için. Çoğumuz özgür düşünmeyi, eleştirel bakabilmeyi savunmamıza rağmen, farklı olmayı genelde göze alamıyoruz. Birçok insan -özellikle de bireysel toplumlarda- kendini yaşadığı toplumdan olabildiğince bağımsız düşünebildiğini savunur. Kararlarını ve davranışlarını kendi mantık ve vicdanını referans alarak uyguladığını düşünür. Ama birçok çalışma grup baskısının insan davranışlarının çok güçlü şekilde etkilediğini ve bu etkinin sadece ergenlik değil yetişkinlikte de güçlü bir şekilde sürdüğünü gösteriyor.
Bu konuda yapılmış en önemli çalışmalardan biri 1952’de sosyal psikolog Solomon Asch tarafından yapıldı. Asch’in ünlü deneyinden önce, Türk psikolog Muzaffer Şerif’in yaptığı bir çalışmada insanların belirsiz durumlarda başkalarının yargılarına güvendiğini görülmüştü. Evet, belki cevabın çok net gözükmediği durumlarda insanlar başkalarının fikirlerini kullanıyordu. Peki cevabın çok açık olduğu durumlarda, insanlar -grubun diğer üyeleri kendilerinden farklı düşünseler bile- kendi yargılarına güvenebiliyorlar mıydı?
Asch bu soruyu cevaplamak için bir deney hazırladı. Katılan deneklere bir görsel algı deneyi yaptığını söyledi. Toplamda sayısı 5-7 aralığında değişen katılımcı gruplarına üzerinde tek bir çizgi olan bir kart ile üzerinde üç çizgi olan bir kart gösterilecek ve bu üç çizgiden hangisinin ilk karttaki çizgi ile aynı boyda olduğu sorulacaktı. Çizgilerin boyları arasında belirgin farklar vardı, yani gösterilen her kart çifti için cevap çok açıktı. Bir masanın etrafına oturan katılımcılar sıra onlara geldiğinde cevabı yüksek sesle söyleyecekti. Fakat gerçekte bir kişi hariç diğer tüm denekler bu araştırmanın bir algı deneyi olmadığını biliyordu. İşbirlikçi diye adlandırılan bu insanlar ilk 6 kart çiftine doğru cevap verecek, daha sonraki kart çiftleri için daha önceden belirlenmiş yanlış cevapları söyleyeceklerdi. Deneyde gerçek denekler sonuncu sandalyede oturuyor ve önceki katılımcıların cevaplarını duyuyorlardı. Deneyin sonucunda grup baskısının ne kadar etkin olduğu kanıtlandı. Gerçek deneklerin çoğu -aslında cevabın yanlış olduğunu bilmelerine rağmen- gruba uyum gösterdiler ve yanlış cevabı verdiler. Deneklerin yüzde 75’i en az bir soruya yanlış cevap verdi.
Peki insanların çoğunluğa uymasını hangi faktörler etkiliyor? Öncelikle kişinin içerisinde bulunduğu grubun büyüklüğü çok önemli. Sadece bir kişi ile fikir ayrılığına düşmek ile dört kişiden farklı düşünmek aynı değil. Grubun büyüklüğünün yanı sıra, grup üyelerinin sahip olduğu statü arttıkça gruba uyum artıyor. Diğer belirleyici bir faktörse, grup üyelerinin fikir ayrılığı. Deneyde görüldü ki, eğer bir tane bile grup üyesi diğerlerinden farklı bir cevap veriyorsa, gerçek denekler doğru cevabı daha rahat söyleyebiliyorlar çünkü grupta tek farklı düşünen onlar olmuyor. Ayrıca insanlar cevaplarını sesli söylemek yerine kağıda yazabildiklerinde gruba uyumun azaldığı görülüyor.
Peki bizler neden içinde bulunduğumuz gruplara/topluma uyarız? Birincisi hata yapmamak, ikincisi ise grup tarafından sevilmek için. Doğru cevabı vermek için uyum gösteren insanlar bazen gerçekten yanlış karar verdiklerini, grubun haklı olduğunu düşünürler ve bu yüzden grubun verdiği cevapları benimserler. Ama bazen insanlar yanlış olduğunu bildikleri halde ötekilerin kararlarını izlerler. Çünkü farklı bir görüşe sahip olduklarında bütün okların kendisine çevrileceğini düşünürler. Gruptan dışlanmaktan korktuğu için de diğerleriyle aynı fikirdeymiş gibi rol yaparlar.
Kısacası, hepimiz bazen doğru bildiklerimizden vazgeçebiliyoruz. Hiç beğenmediğimiz bir kitabı sevmiş gibi davranıyor ya da ilgimizi çekmeyen bir konuyla ilgileniyor gibi yapabiliyoruz. Bazen başkalarını koyun gibi olmakla suçlasak da aslında sürüden ayrılmayı bazen biz de pek beceremiyoruz. Sizce siz ne ölçüde doğrularınızın peşinden gidebiliyor ve her şeye rağmen diğerlerinden farklı olabilmeyi göze alabiliyorsunuz?